Sanat Dersi

Arkeolojik Kazı Yöntemleri

Toprak, aynen yazılı kaynaklar gibi, öncelikle çözümlenmesi, çevirisinin yapılması ve kullanılmadan önce değerlendirilmesi gereken tarihsel nitelikli bir belge olarak nitelenebilir. Ancak bu belge herkesin kolaylıkla okuyabileceği türde değildir; belirli bir eğitim ve deneyime gereksinim gösterir. Usta arkeologlarca okunabilen bu belgelerin yanlış değerlendirilmeleri halinde geçmişle ilgili bilgilerimiz de yanlış olur. Bu yüzden kazı son derece sorumluluk isteyen bir bilimsel etkinliktir. Bu sorumluluğu koşut olarak, kazı teknikleri her geçen gün biraz daha gelişmektedir.

Kazı bilimin temel amaçlarından biri, öncelikle kazılan bir yerin stratigrafisi yani tabakalanmasının doğru bir biçimde açıklanmasıdır. Stratigrafi sözcüğü aslında dünyayı oluşturan ve Latince straum adı verilen katmanların sıralanışlarını ifade eden jeolojiyle ilgili bir terimdir. Dilimize tabakalanma olarak çevrilebilecek bu sözcük arkeolojide yalnızca insanoğlunun yaşadığı zaman içinde oluşmuş görece daha yeni tabakalar için kullanılır.

Üzerinde belirli bir süre gidip gelinmiş her toprak yüzeyi, açılmış her çukur, her inşaat v.b. işlemeler yaşanılan alanda izler bırakırlar. Yani toprak üzerinde yapılmış her işlemin bir izi vardır. En basitinden insanoğlunun sık sık başvurduğu toprak kazma eylemi tabakalanma olgusunun en önemli nedenlerinden biridir. Hangi amaçla olursa olsun toprak kazmak ya da bunu bir yerden bir yere taşımak sonuçta yeni bir tabaka oluşturmak demektir.

Yukarıda da denildiği üzere tabakalanma çeşitli nedenlerle kısa ya da uzun sürelerde oluşan ve sonuçta da yerleşme yerlerinin yükselmesine neden olan bir olgudur. Jeolojiden alınmış bu ilkeye göre, dünyamızı oluşturan tabakalar birbiri üzerine gelecek şekildedirler ve bunların dibindeki tabaka da en eskisidir. İlk arkeologlar jeolojik ilkelerin arkeolojik tabakaların incelenmesine de uygun olduğunu düşünüyorlardı. Yani buna göre bir eser ne denli derindeyse o denli daha eskiydi. Ancak bu genel ilke arkeolojide, hiç olmazsa her zaman, doğru değildir; arkeolojik stratigrafi jeolojik stratigrafiden oldukça farklı ve çok daha karmaşıktır. Çünkü doğal bir jeolojik tabaklanmada olduğu gibi, insan elinden çıkmış tüm tabakalar yatay olarak sırlanmazlar ve pek çoğu da günümüze el değmeden kalmış değildirler. Bu yüzden arkeologlar, zamanla derinliğe dayanan ve tüm tabakaları yatay kabul eden eski tekniklerden vazgeçip, toprağı çok daha dikkatli bir biçimde gözlemlemeğe başladılar. Kazdıkları toprak tabakalarının değişik renkler taşıdığını izleyerek, bunların sık sık üstteki daha genç dönem faaliyetlerinden etkilendiklerini fark ettiler. Böylelikle de günümüzün stratigrafik arkeolojisinin temelini oluşturdular.

Arkeolojik tabaka ve tabaklanmanın doğru olarak tanımlama ve açıklanması özel bir bilgi ve deneyim gerektirir. İnsan eliyle yapılmış bir mezar tepesiyle doğal bir tepeyi ayırt etmek görece basit bir işti. Buna karşılık uzun süre kullanılmış bir yerleşme yerinin yani çeşitli tabakalardan oluşan çok katlı iskan alanlarının stratigrafisinin anlaşılması ve açıklanması oldukça zordur. Bu bilgi ve deneyim, en iyi şekilde, teorik eğitim ile çeşitli arkeoloji bilim kurullarında bizzat çalışarak, uzun bir çaba sonucunda öğrenebilir. Bu noktada teorik eğitim ile pratik öğrenmenin at başı yürütülmesi ve birinin öbürüne tercih edilmemesi gerekir.

Kazı biliminin en önemli öğesini oluşturan tabakalanma konusundaki bu kısa bilgiden sonra şimdi de bu tabakaları tanıyalım: Arkeoloji biliminde, insanoğlunun kullanımına ilişkin izler taşıyan toprak tabakalar “ kültür toprağı” olarak tanımlanır. Kültür Toprağı, insan eli değmemiş ve arkeolojide genellikle “ ana toprak “ denen doğal topraktan gerek renk gerekse buluntular içermesi açısından farklılıklar gösterir. Arkeologun göreviyse kültür toprakları içindeki bu izleri doğru olarak saptamak ve böylelikle geçmişte neler olup bittiğini, yani insanoğlunun yeryüzündeki serüvenini açıklamaktadır. Böyle az ya da çok bir iz bırakmasızın toprağa her hangi bir müdahale yapılması olası değildir.

Arkeoloji biliminde, insanoğlunun yaşam mücadeleleri sonucunda oluşmuş belirli bir döneme ilişkin izlere “ tabaka”,”kültür katı” yada “yapı katı” g,b, değişik adalar verilir. Anadolu yarımadasında bu türde izler taşıyan ve genellikle höyük denen on binlerce tepe bulunmaktadır. İleride yeniden değinileceği üzere yükseklikleri 1 m ile 45-50 m, genişlikleriyse 100-1500 m ye değin değişen bu tepeler, bazen dik konili, bazen düz , bazen dik yamaçlı, bazen hafif meyilli ve teraslı türlerde olabilirler. Ortak özellikleriyse, insanoğlunun binlerce yıl içinde belirli bir alanda yaşam sürmesi sonucunda oluşmuş üst süte tabakalar içermeleridir. Sözgelimi Çanakkale yakınlarındaki Troia Höyüğü İlk Tun Çağı’nın başlarından Roma dönemine değin uzanan 9 tabaka ya da kültür katına ve her tabakanın ara evreler, olarak da 40’tan fazla yapı katına sahiptir. Daha da açık bir deyişle M.Ö. 2920-1870 yılları arasında tarihlenen İlk Tunç Çağı I-V. Tabakalar arasına yayılmış olup 30 kadar yapı katından oluşmuştur.

Kültür katı, yapı katı ya da mimarlık kati gibi adlarla tanımlanan tabakalar içeren çok katlı yerleşme yerlerini açığa çıkarılarak doğru bir biçimde tanımlanması, orada yaşamış olan insanın tarihiyle ilgilidir. Bir başka deyişle bir arkeolojik merkezdeki kültür katlarını biçim ve sayıları bunların oluşmasına neden olan tarihsel ve kültürel olaylarla ilgilidir ve toprakta bu olaylara ilişkin izler taşıyan mantıklı bir sıra düzen vardır.

İnsanoğlu tarafında zaman içinde oluşturulmuş bu tabakaları tanımlayabilmek ve önemlerini kavrayabilmek için, önce onların nasıl meydana çıkıp, geliştiğini bilmek gerekir. Madem ki bir toplumun yüzyıllar içinde başından geçen türlü olaylar bir bakıma bu tabakalara yansımıştır, öyleyse arkeolojik tabakaların niteliği de birbirinden farklı olmalıdır. Yani günümüzden 20-30 binyıl önceki küçük bir avcı topluluğunun kısa bir süre barınıp daha sonra boşalttığı bir kaya bir kaya sığınağında bıraktığı izlerle Roma İmparatorluk Çağı’na ilişkin bir villanın yıkıntısı birbirinden pek çok yönüyle farklılık gösterir. Örneğin günümüzden 10 binlerce yıl önce, en ilkel Paleolitik Çağ toplulukları açık alanlarda, derme çatma barınaklarda ya da mağaralarda yaşamışlardı ve henüz mimarlık konusunda hemen hiçbir esaslı bilgiye sahip değillerdi. Kullanımı bittikten sonra ıssızlaşan bu barınak, ilerleyen zaman içinde ya doğal bir örtü ya da aynı yerde oturan insanlarca oluşturulmuş daha geç bir tabaka tarafından örtülür. Böyle bir yer arkeologlarca kazıldığında, ana toprak üzerinde yalnızca, onların kullandıkları aletleri de içeren bir moloz tabakası bulunabilir, mimariye ait izler ya hiç yok ya da yok denecek denli az ve siliktir. Buna karşılık, daha sonraki Neolitik Çağı ve onu izleyen dönemlere ait bir ören yerinde öncekinden farklı olarak çoğu kez, içinde insanların yaşadıkları mimariye ilişkin kalıntılara rastlanır. Çünkü insanoğlu mağara gibi geçici doğal barınaklardan çıkıp köyler kurmaya, yani kalıcı konut yapma becerisini ortaya koymaya Neolitik Çağ’ın erken evrelerinden itibaren başlamıştır. Roma İmparatorluk Çağı’ndaysa gelişen teknoloji ve bununla ilgili olarak değişen inşaat malzemesi, örneğin opu cemnticum denen kireç harç tabakaların yüzeysel görünümlerini bile oldukça etkilemiştir. Dolayısıyla her dönemin kendine özgü özelliklerini sosyal, ekonomik ve hatta siyasal gelişmelerini yanıtsan tabakaların birbirlerinden farklılık göstermesi doğaldır.

Tabakalanma konusunu daha iyi anlayabilmek için, en basit örnek olarak, ana toprak üzerine inşa edilmiş, herhangi bir onarım geçirmeden kısa sürede yakılıp yıkılmış ya da ıssızlaşmış ve sonra üzeri bitki ve toprakla örtülmüş bir yapıyı ele alalım. Böyle bir durumda, en alttan üste doğru şu betimlemelerle karşılaşılır :

a) ana toprak
b) temel çukurları, temeller, duvarlar
c) sıkıştırılmış toprak yani çamur taban
d) yapının kullanıldığı zamana ilişkin moloz birikimi
e) yıkım tabakası
f) zamanla en üstte birikilmiş alüvyonlu yüzey toprağı

Eğer bu yerleşme yeri öncen hiç iskan edilmemişse yapıların üzerine bina edildiği ana toprakta insana ilişkin hiçbir iz görülmez. Yapı katının toprağa yalnızca söz konusu mimarlık yapıtını inşa eden kimselerce karıştırılmıştır. Burada yalnızca temel çukurların kazılması sırasında çıkarılıp çoğunlukla da taban altına serilen toprak söz konusudur.
Kısa ya da uzun bir süre kullanılmış olan her yapı sonuçta eskiyip yıkılmaya mahkumdur. Yapı katının üzerini kaplayan yıkım tabakasının içeriği ise yapının sonunu belirleyen olaylarla ilgilidir. Sözgelimi yapı yıkıldığında yada terk edildiğinde ev halkı tüm işe yarar eşyalarını beraberinde götürmüşlerse, kalan buluntular fazla bilgi vermeyebilir. Ancak buna karşılık, yapı ani bir yangın ya da başka türlü felaketle son bulmuşsa, bu durumda içinde, yıkılan binaların inşa malzemeleriyle birlikte, yıkım sırasında kullanılan ev eşyası da karışık olarak bulunacaktır. Örneğin : Pompei evleri kazıldığında, içlerinde Vezüv yanardağının patlaması sırasında kullanımda olan çanak çömlekler bulunmuştur. Böylelikle bu çanak çömlekler yanar dağın patladığı M.S. 79 yılına ya da biraz daha öncesine tarihlenebilir. Ancak çoğu yıkım bu gibi belirgin bir tarihler verilmez. Bu durumda yıkımın tarihi tabaka içindeki buluntulara dayanılarak belirlenebilir.

Yıkım tabaksının üzerinde, büyük bir çoğunlukla doğanın oluşturduğu bir toprak örtüsü yer alır. En üstteki bu tabakaya “ yüzey toprağı” adı verilir bu türde yüzeysel tabakalar içinde genellikle buluntu yoktur ya da çok azdır. Ancak söz konusu arazi tarımsal amaçlarla kullanılıyorsa, yıkıntı tabakası içindeki buluntular bu etkinlikler nedeniyle yüze toprağı içine karışabilir. Sözgelimi pullukla sürülme işlemi bu türde karışımların en önde gelen nedenidir. Yüzey toprağı içinde ele geçen buluntular in situ yani özgün haliyle kullanıldığı durumda değildir.

Yukarıda söz ettiğimiz bu durum oldukça basittir ve bu türde tabaklaşmaya fazla rastlanmaz. Buna karşılık, büyük bir emek sonucu oluşturulmuş mimarlık yapıları kolaylıkla terk edilmezler ve her hangi büyük bir felakete uğraşmamışlarsa, uzun süre kullanılırlar. Böyle bir durumda, bu uzun sürekli kullanım sırasında gerçekleştirilmiş, yenileme, onarım ve ek bina yapımı gibi etkinliklerle ilgili olarak bir çok evre söz konusudur. Çok evreli böyle yapıların kazısında da, ele geçirilen buluntuların belgeleme ve tanımlama ilkleri ile tarihleme yönetimi aynıdır. Ancak burada tüm dikkat buluntuların hangi evrelere ait olduğu doğru olarak belirlemeye yönelmelidir. Bir başka şekilde, üst üste inşa edilmiş yani tabaka veren durumlarda, erken mimariye ait tabaklar geç dönemin mimarlıklarda, erken mimariye ait tabakalar geç dönemin mimarlık faaliyetleri sırasında bozulmuş ve bunlara ilişkin buluntular, kısmen de olsa, geç yapı katı içine dağılmış olabilir. İlkine göre daha karmaşık olan ve çok tabakalı höyük türü yerleşmelerde sık sık rastlanan bu durumda da söz konusu nesneler dikkatli bir biçimde saptanmalı ve belgelenmelidir. Bazen üst süte tabakalar geç döneme ilişkin çukurlar tarafından da bozulmuş olabilir. Sözgelimi alttaki Erken Tunç Çağı’na ait tabakalar içine, binlerce yıl sonra, örneğin Erken Demir Çağı’nda yaşayan biri, tahıl depolama amacıyla bir kuyu kazmış ya da çağdaş bir köylü ölen hayvanın leşini gömmek için çukur açmış veya bir ağaçlandırma faaliyeti sırasında derin bir çukur kazılmış veyahut da son zamanlara ilişkin kanalizasyon çalışmaları nedeniyle büyük hendekler kazılmış olabilir. Daha erken dönemlere ait tabaklara açılmış bu türdeki çukurlarda, doğal olarak daha geç buluntular yer alacaktır eğer kazılar sırasında toprağa yapılmış bu türde geç dönem uygulamaları fark edilmemişse kanıtlar karışır ve sorunun çözümü güçlenir.

Ören yerlerinin üzerini örten tabakların birbiri içine karışmasına neden olan etkenlerden bir başkası da, eski mimariye ait taş duvarların sonraki dönemlerde inşa oluşan yapılarda yeniden kullanılmak üzere sökülmüş oluşudur. Sık karşılaşılan bu gibi durumlarda da, yıkımın dercesine göre arkeolojik izler az ya da çok zarar görmüştür.

İster oldukça basit, isterse son derece karmaşık olsun arkeologun görevi insanoğlunun geçmişini yansıtan bu tabakların içeriğini bilimsel yöntemlerle ortaya çıkarmak ve incelemektir. Bu bilimsel yöntem de kazı yöntemidir. Adından da anlaşılacağı gibi kazı, kazma eylemidir. Ve bu da belirli bir düzen çerçevesinde, belirli alet ve araçlarla yapılabilir, o halde, hangi döneme ait olursa her arkeolojik kazının öncesi Neolitik Çağ’a ilişkin bir kutsal alanın kazısıyla erken Osmanlı döneminden bir caminin kazısı genel yaklaşım ve ilkler açısından hiç farklı değildir.

DEĞİŞMEYEN İLKELER


Önceden de belirtildiği üzere, b,r ören yerinin kültür tarihi, tabaklarının nitelik ve niceliğiyle yakından ilgilidir. Kazı tekniği bu tabakların ve farklı dönemlere ilişkin yapı katlarının tanınması ve ele geçirilen buluntuların hangi tabakaya ait olduğunu doğru olarak belirlenmesiyle ilgilidir. Bu türde bilimsel kazı tekniklerinin genel ilkeleriyse her dönem için aynıdır.

Bir kazı öncesinde yapılacak en önemli işler, amacın belirlenmesi, uygulanacak yöntem konusundan çalışmalarda bulunulması ve ayrıntılı bir programının yapılması olmalıdır. Arkeolojik, yasal,parasal ve lojistik sorunlar çözülmeden bir kazıya başlanması hiçbir zaman uygun değildir. Çünkü amacı açıkça belirlenmemiş, yöntem ve programı saptanmamış bir çalışmanın başarı şansı yok denecek kadar az, yıkım şansı ise o denli fazla olacaktır. Hangi döneme ait olursa olsun bir kazı ancak bütün bu ön değerlendirmeler yapıldıktan sonra başlamalıdır.

Küçük çaplı kimi Paleolitik Çağ kazılarında yararlanılan, arkeoloji eğitimi gören öğrenciler dışında, kazılar genelde işçilerle yapılır. İşçilerin sayısı ise çoğu kez ekonomik durum ve kazı alanının büyüklüğüne göre değişebilir. Çalışma programının gerçekçi olabilmesi için, kazının parasal kaynakları göz önünde bulundurularak, ne kadar işçiye ne kadar ücret ödeneceği gibi ayrıntılı konular da önceden hesaplanmalıdır. Ancak her ne olursa olsun, değişmez kurallardan biri kazı alanında yönetebilecekten çok işçi olmamasıdır. Somut bir bilgi vermek gerekirse, 90 m kare genişliğindeki bir açmada 8-9 dan fazla insanın etkili bir biçimde çalışması olanak dışıdır.

Bir kazının bütçesi ne denli zengin ne denli yoksul olursa olsun değişmeyen şey toprağı kazabilmek için gereksinim duyulan bir tama aletlerdi. Bunların en başında da kazma,kürek,çapa ve mala gelmektedir. Modern kazılar sırasında kullanılan en yararlı aletler ise, ince uçlu ve keskin kenarlı malalarla, bir ucu sivri bir ucu keskin küçük çapalardır. Mala daha çok kazma işi için kullanılır, kazma işinde fazla iş görmez. Bu türde küçük aletler karışık tabaklanmaları izlemek ya da eserlerin yerlerini doğru olarak saptamak daha kolaydır. Kazılar sırasında devamlı olarak kazma ve kürek gibi büyük aletlerle çalışılması sakıncalıdır. Dar alanlarda kazılan ve incelenmesi biten toprak küçük kürek ya da faraşlarla kovalara ya da Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da “ zembil” denen oto lastiğinden yapılmış çift kuplu selelere doldurulur ve açma dışına çıkarılır. Kazı alanı genişse açmanın içine, üzeri özel olarak ahşap kaplanmış yollardan yürütülmek koşuluyla, el arabası da sokulabilir. Hatta son zamanlarda artan teknolojik olanaklar çerçevesinde, kimi kazı alanlarında bahçe türü küçük traktörlerce çekilen ramörklerden bile yararlanılabilir.

Kazılarda en çok kullanılan ara gereçlerden bir başkası da, temizlikle ilgili olarak, çeşitli sertlikteki fırçalarlar süpürgeler ile daha da ince temizlikler için basınçlı hava pompalarıdır. Bunların yanında, ağızları çeşitli genişlikte spatülalar, ince uçlu madeni kalemler ve dişçi aletleri de arkeologun vazgeçilmez gereçleri arasındadır.

Toprağı kazma ve temizleme ile ilgili bu araç ve gereçlerin yanında, bunlar kadar vazgeçilmez durumdaki bir başka alet grubunu da kayıtlara ilgili olanlar oluşturur. Şerit metreler, çekül, su düzcesi, gelişmiş bir pusula, ayrıca çeşitli ölçülerle ilgili olarak nivo veya teodolir ve bunların parçaları durumdaki mira ve jalonlar bunlardan başlıcalarıdır.

Bir kazı kurulunda kesinlikle olması gereken bir başka alet grubu da fotoğraf makineleridir günümüzde fotoğraf çekilmeyen kazı düşünülemez. Her kazıda ilk fotoğraflar kazıya başlamadan önce alanın çeşitli yönlerden ve değişik açılardan alınmış pozları olmalıdır. Fotoğraf çekimi sırasında her belge fotoğrafında, aşağıda “ F. Kayıtları” bölümünde belirtileceği üzere kuzey yönünü gösteren bir ok, metrik bir ölçek, kazı alanının bir köşede yer almalıdır.

Arkeolojik kazıların vazgeçilmez ilkelerinden bir başkası da, kazı çukurlarının daima dik kenarlı olarak açılacak olmasıdır. Genellikle “açma” yada “ tranşe”, ender olarak da “ ocak” adalar taşıyan bu kazı birimlerinde, çok özel zorlayıcı bir durum olmadıkça, dik kenarlılık genel bir kuraldır. Eğer açma kenarı dik olmazsa, hem düşey denetimi sağlayan kesit iyi okunamaz, hemde derinleştikçe alan küçülerek yer kaybı ortaya çıkar. Arkeologa büyük avantajlar sağlayan dikliği sağlamak üzere, açma kenarının devamlı olarak tıraşlanması gerekir.
Açmaların genişlik ve derinliklerinde kesin bağlayıcı kuralları yoktur. Bunlar kazılan yerin durumuna ve kazının tekniğine göre değişebilir. Buna karşılık daima doğru ve düzenli olmaları; yerlerinin köşelerine kazık çakılarak belirlenmesi ve bunların arasına da ip çekilmesi; iç bir zaman göz kararı ölçü alınmaması değişmez kuralları arasındadır. Genişlik daha çok kazılacak alanın derinliğiyle ilgili olmakla birlikte, dar ve derin alanlarda kazı denetiminin hem oldukça güç, hem tehlikeli ve hem de ekonomik olamadığı bir gerçektir.

Açmaların köşelerini belirlemek amacıyla kullanılacak olan ahşap kazılar 5 x 5 cm kadar boyutlarında ve 30-40 cm kadar yükseklikte olmalı; tepelerine uçları biraz dışarıda kalacak şekilde çivi çakılmalıdır. Bu çivi çelik metrelerle yapılan ve aşağıda anlatılacak olan ölçümler sırasında metrenin baş kısımında ki halkanın takılmasına yaramaktadır. Kazılar daima gezi yollarının ortalarına yada açma kenarının tam köşesine çakıldığı takdirde, kazı ilerledikçe derinlik artıkça yerinde kalması olası değildir.

Özellikle düzensiz planlı yapılar içeren ve mimarlık kalıntılarının dayanıksız malzemeden oluştuğu çok tabakalı kazı alanlarında, denetimin daha iyi yapılabilmesi ve tüm ayrıntıların görülebilmesi için kazının geniş alanlarda yürütülmesinde yarar vardır. Bu konuda farklı sistemler geliştirilmiştir ki ayrıca aşağıda bunlara ayrıca değinilecektir. Ancak hangi sistem benimsenirse benimsensin, değişmeyecek kurallardan öteki ikisi de kazılacak alanın ön araştırma, ölçme ve değerlendirmesinin yapılmasıyla doğru kayıt yapabilmek amacıyla üzerine, aşağıda değinileceği üzerine plan kare sisteminin döşenmesidir. Burada her plan kare, haritacılıkta olduğu gibi ayrı bir ad taşımalıdır. Bu adlandırma kuzey güney yönündekilere harfler; doğu-batı yönündekilere rakamlar verilerek ya da Romen rakamları ve Arap rakamları kullanılarak yapılabilir.

Kazı sırasında daima az bir toprak kazılıp ardından temizliğe gidilmelidir. Bunun aksi yapıldığı taktirde denetim azalır tabaka karışmaları olabilir. Ve buluntuların hangi tabakadan ele geçirildiği konusunda karışıklıklar çıkabilir. Toprağın sertliği, yumuşaklığı ve tabakanın inceliği ya da kalınlığıyla ilgili olarak her kazışta ne kadar toprak kazılacağı, kazıyı yöneten arkeologların sorumluluğundadır. Sözgelimi Prehistorik kazılarda bu derinlik çoğu kez birkaç santimetreden fazla olmadığı gibi daha yakın dönemlere ait kalın molozlu tabakalarda da, bir kazma boyu denen 10–15 cm. yi aşmamalıdır.

Dolayısıyla kültür toprağı içinde, onu oluşturan insanlara ait günümüze değin bozulmadan kalabilen pek çok buluntunun kalmış olması daha kolaydır. Kazılan toprak içindeki buluntular açısında dikkatle incelenmeli; buluntuların hangi tabaka içinde ele geçirildiği konusu kesin olmalıdır. Binlerce yıl önce sahibinin gözünde hiçbir önemi kalmamış olan kırık bir çömlek parçası bile arkeologun gözünde geçmişle köprü kurmamızı sağlayan önemli bir belge durumuna gelebilir. Ancak kültür katların çoğu kez oldukça karmaşık karakterleri nedeniyle sağlıklı olarak kurmak kolay bir iş değildir. Çünkü arkeolojik tabakalar soğanın kabukları gibi düzgün bir gelişim göstermiş değillerdir. Bu yüzden arkeolojik stratigrafide derinlik her zaman eskiliğin göstergesi değildir.

Kazılan toprağın incelenmesinde gösterilecek özen kazılan tabakaya göre azalıp çoğalabilir. Fazla önem taşımayan tabakalara aşırı dikkat harcamak zaman ve maddi israftır. Kimi tabaka kuru ya da sulu eleklerden geçirilebilecek denli titiz bir incelemeye tabi tutulmalıdır. Elek gözlerinin boyu mm ile cm arasında değişebilir.

Bütün bu nedenlerle kazıların değişmez ilkelerinden biri de temizliktir. Buna göre kazılan alan anında elden geldiğince iyi bir biçimde temizlenmelidir. Bazen bıktırıcı gibi görünen bu temizlik işi ise arkeoloğun kazı alanının denetimini her an elinde bulundurmasına neden olacaktır.

Her kazı alanında ele geçirilecek buluntuların güvenliği açısından ahşap, plastik vb. dayanıklı maddelerden yapılmış kutular bulunmalı ve çıkarılan eserler kayıtları yapıldıktan sonra kazı evine taşınmalıdır.

Kazılan toprak incelendikten sonra açmanın dışına çıkarılmalıdır. Bu işlem kazılan yere göre ya açmanın bir kenarına yığılarak ya da alanında uzağına aralarla taşınarak yapılabilir. Toprak açma kenarında biriktiriliyorsa, yığının açma kenarında hiç olmazsa 1 m kadar uzakta tutulmasına ve yeniden açma içine dökülmemesine özen gösterilmelidir. Özellikle uzun süre yürütülen höyük gibi çok tabakalı ören yerlerinde kazılan toprak hiçbir zaman harabe yüzeyine dökülmemeli, daima alanın dışına taşınmalıdır. Çünkü aksi taktirde höyük üzerinde yeni bir tabakanın oluşması kaçınılmazdır.