Türk Mimarisinin Özellikleri Nelerdir?
Türklerin çok değişik coğrafi koşullar, değişik kültür çevreleri içinde, uzun zaman aralığında oluşturduğu mimari eserler sözkonusu edildiğinde, Anadolu Türk Mimarisine özel bir yer ayırmak gerekir. Yakın zamana kadar, Anadolu Türk sanatı ve mimarisi konusunda araştırma yapanların büyük bir bölümü, bazı önyargılarla bu sanatı ve mimariyi İslam sanatı çerçevesi içinde sınırlı bir yere oturtuyor, oluşumunda katkısı olan öğeleri bu genel çerçeve içinde açıklamaya çalışıyorlardı. Bu tür yaklaşımların başlıca nedeni, Türk sanatı üstüne özgül araştırmaların sınırlı oluşu kadar, araştırmacıların önyargılarından da gelmekteydi. Oysa bugün aynı konuda oldukça yoğun çalışmalar yapılmakta, Türklerin sistemli bir gelişme sonucunda ortaya koydukları Anadolu Türk mimarisinin özgün karakteri açık bir biçimde belirlenerek, daha sağlam genel yargılara varılabilmektedir. Özellikle Türk araştırmacılar bir yandan ayrıntılarına kadar mimari ürünleri geniş yığınlara tanıtmaya çalışmakta, basamak niteliğindeki eserleri gün ışığına çıkarmaktadırlar. Bu tür malzemenin yanı sıra, eserlerin o ortamın siyasal, ekonomik ve sosyal yapısını da belirleyen çalışmaların sürdürülmesi sevindiricidir. Bu girişimler, mimariyi toplumdan soyutlayarak, yalnız biçimsel gelişmelerine yaslanarak yargılarda bulunmayı önlemekte daha sağlam noktalara ulaşma olanaklarını çoğaltmaktadır.
Öte yandan daha düne kadar genellikle tek tek eserler üzerinde dururken, bugün konuya daha büyük ölçekte yaklaşılmakta örneğin, eski bir kentten bu kentin en yalın evine kadar uzanan bir bütünlük duygusu içinde yapılan değerlendirmeler dikkati çekmektedir. Ayrıca Türk Kenti- Türk Evi de yalnız fiziksel görüntüsü içinde düşünülmemekte, oluşumundaki siyasal, ekonomik, sosyal yapıyla birlikte verilmeye çalışılmaktadır. Bu da önemli bir gelişme, tarihi çevreyi bir bütün olarak görme aşamasıdır.
11. yüzyılın ikinci yarısından sonra Anadolu’da yoğun biçimde yerleşmeye başlayan Türkler, kısa zamanda İslam dininin ve kendi toplum yapılarının gereklerine uygun bir mimari ortamın yaratılmasına çalışmışlardır. Kuşkusuz Anadolu ilk kez 11. yüzyılın ikinci yarısında Müslüman topluluklarla karşılaşmıyordu. Özellikle Güneydoğu Anadolu da daha 7. yüzyılın sonlarında birçok eski kent, Müslümanlığın yaygınlık kazandığı önemli yerleşme merkezleri durumuna gelmiştir. Ancak Bizans İmparatorluğu’nun topraklarını daraltarak batıya doğru ilerleyen Türkler, Hıristiyan dünyasının mimari geleneklerine ve isteklerine karşılık, İslam dininin getirdiklerini yerleştirmeye çalışmışlardır. Kısa sürede çeşitli yerleşme merkezleri; başta cami olmak üzere türbe, medrese ve zaviye gibi dinsel amaçları ağır basan yapılarla donanmıştır. Bunun yanı sıra Türklerin daha önce Anadolu dışındayken özellikle üzerinde durdukları askeri ve sivil yapılar da dinsel yapılarla birlikte oluşmuş, Anadolu yeni bir görünüm kazanmıştır.
Burada önemle üzerinde durulacak noktalardan birisi, Anadolu’nun değişik bölgelerinde egemen olan mimari geleneklerin ve geçmişte üretilmiş mimarinin, Türkler tarafından gerçekleştirilen yeni oluşumlara etkisidir. Özellikle ilk yıllarda, alınan bölgelere getirilen yeni değerleri, eldeki olanaklarla şekillendirmek gerekiyordu. Sultan ve beylerle, mimari eylemlerde söz sahibi kişilerin, yeni olanakları kullanırken bağnaz bir tutumla olaya yaklaşmadıkları anlaşılmaktadır. Bunun kanıtı, mimari eylemleri oluştururken yerli ustaların sürekli kullanılmasıdır. Yerli ustalar bir oranda eski geleneksel alışkanlıklarını, yeni isteklere uydurmaya çalışmışlar, İran, Azerbaycan, Suriye’den gelen ustalarla birlikte Anadolu Türk mimarisinin oluşumuna katkıda bulunmuşlardır. Bu oluşum sırasında bazen Anadolu’nun geleneksel, bölgelerde geçerli malzeme olanaklarından yararlanılmış, bazen de İran, Mezopotamya ve Suriye’nin eski denenmiş malzeme ve teknikleri Anadolu’ya aktarılmaya çalışılmıştır. İlk yıllarda bu yüzden Anadolu’daki değişik yerleşme bölgelerinde oluşan ürünlerde belirgin bir bütünlük yoktur. Nedeni, özümleme süresinin koşullarında aranmalıdır. Ancak 13. yüzyılın başlarında -bazı bölgeler dışında- mimaride bir bütünlüğün varlığı sezilmekte, bir süre bu bütünlük mimaride egemen olmaktadır. Biraz da bu durumu sağlayan, siyasal, ekonomik ve diğer etkenlerin mimari oluşuma olanak tanımasıdır.
Azımsanamayacak bir diğer etken de doğudan Anadolu’ya sürekli göçlerin olmasıyla ilgilidir. Zaman zaman yavaşlasa da bu göçler, mimari ve bezeme alanında sürekli bir alışverişi beraberinde getirmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun mimariyi merkezi bir düzene bağladığı yıllara kadar sürmüştür. Doğudan getirilenlerle yeni alınan topraklardaki gelişmeleri göz önünde tutan Osmanlı mimarlarının ürünleri, bir oranda imparatorluğun bütün topraklarında geçerli olmaya yönelmiştir. Bu durum bir anlamda Osmanlı toplumunun o yıllardaki siyasal, ekonomik ve sosyal yapısının mimariye yansımasıdır.
11. yüzyıldan başlayarak 16. yüzyılın ortalarına kadar süren uzun zaman dilimi içinde üretilen eserlerin tümü gözden geçirildiğinde ilk dikkati çeken, bu süre içinde Büyük Selçuklu, Erken Türk Beylikleri, Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlılar’ın egemen olduğu topraklarda sınırlı yapı tekniklerinin kullanılmış olmasıdır. Gerçekten Türklerin yeni yapı teknikleri ortaya koymaktan çok, eldekileri büyük bir ustalıkla geliştirerek kullandıkları görülmektedir. Özellikle konut mimarisinde bölgesel malzeme ve tekniklerle yetindikleri, bu yüzden de her bölgede çok değişik görünümlere ulaştıkları dikkati çekmektedir.
Konut mimarisi alanında Anadolu’nun kuzey bölgelerinde ahşap, güney bölgelerinde taş yapının ağırlık kazanmasına karşılık, diğer bölgelerde genellikle kerpiç ve hımış kullanımı ağırlık kazanmaktadır. Geleneksel konut yapımındaki bu görüntünün yanı sıra, anıtsal mimaride de çoğunlukla taş duvar yapımının geniş bir kullanıma ulaştığı görülür. Bu durum bir bakıma Iran ve Orta Asya’daki yapı tekniklerinden kopmanın en somut örneğidir.
Yapıların örtü sistemlerinde ise ikili bir durum dikkati çekmektedir. Bir yandan düz ahşap çatı ve taş tonoz kullanılırken, öte yandan -Orta Asya ve Iran etkilerinin izleri olarak- tuğladan kubbe ve tonozlara da büyük oranda yer verildiği görülür. Tuğladan kubbe ve tonoz kullanılmasının bir önemli yanı da sürekli gelişmeye olanak tanımasıdır. Bu nedenle 13. yüzyıldan sonra Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş topraklarındaki anıtsal yapıların örtü sisteminde tuğla tonoz ve kubbe egemen olacaktır. Kuşkusuz bu egemenliğin yanı sıra ahşap kirişlemeli düz tavan örtünün tümüyle ortadan kalktığı söylenemez. Özellikle ahşap camiler başlığı altında toplanan bir grup yapıda ve diğer bazı yapılarda bu sistem sınırlı oranlarda da olsa yaşamıştır.
Mimariye bağlı bezemede de ilginç gelişmeler söz konusudur. Anadolu’da özellikle Selçuklu ve Beylikler dönemi taş işçiliği, İslam ve Anadolu öncesi Türk mimari bezeme motiflerini geliştirerek sürdürmüştür.
Ayrıca Büyük Selçuklular yoluyla Anadolu’ya gelen bir diğer mimari bezeme, çini ve sırlı tuğladır. Ancak sırlı tuğlanın kullanılması çini kadar uzun ömürlü olmamış, özellikle 15. yüzyıldan sonra çok azalmıştır. Oysa çini yapımı ve kullanımı gelişip yaygınlaşarak Osmanlı döneminin sonuna kadar sürmüş, bugün birer başyapıt sayılan çeşitli örnekler birçok yapıyı bezemiştir. Taş işçiliği, çini ve sırlı tuğla oranında olmasa da, bazı mimari ürünlerde İran’dan getirilen alçı işi bezemeye yer verilmiş, kalem işi dediğimiz boyalı bezeme de birçok yapıda kullanılmıştır.
Kuşkusuz, mimariyi tamamlayan bezeme bunlarla bitmemektedir. Yapıların değişik yerlerinde karşımıza çıkan tahta oymacılığı, sedef kakma işçiliği, maden, dokuma ve cam işçiliği, yüzyıllara göre ağırlıkları değişerek mimaride kullanılma olanaklarını bulmuşlardır. Özellikle Osmanlı döneminde büyük sorun, işlevsel değerlere yer veren anıtsal mekânı yakalamak olmakla birlikte, ona bağlı olarak bezemeye de gerektiği oranda yer verilmesine çalışılmıştır.
Kısaca değindiğimiz Büyük Selçuklu, Erken Türk Beylikleri, Anadolu Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı dönemi yapı teknikleri ve mimari bezeme türleri yanında biraz da bu dönemde geliştirilen değişik işlevli yapı örnekleri üzerinde durmak gerekir. Tarihsel süreç içinde Anadolu’daki Selçuklu, Beylikler ve hatta Osmanlı İmparatorluğu’nun geniş topraklarında toplumun isteklerine uygun bir biçimde gelişen bu değişik işlevli yapılar, bir bakıma Türk toplumunun zaman içinde nasıl bir sosyal, ekonomik ve siyasal yapı geliştirdiğini de ortaya koyacak niteliktedir. Fazla ayrıntıya girmeden her değişik işlevli yapıdan örnekler verirken, onların hangi gereksinmelerin ürünü olduğunu belirleyerek Türk mimarisinin önemli bir kesitini bütünlemeye çalışmak yerinde olacaktır.
Anadolu Türk mimarisinde başta cami olmak üzere mescit, zaviye, türbe, kümbet, medrese, tekke, hamam, kervansaray, bedesten, çarşı, köprü, kale, köşk-saray gibi değişik işlevli yapılar belirli yoğunluklarda üretilmiştir. Bu yapılar bazen tek başlarına, bazen de külliye dediğimiz değişik ya da yakın işlevli kimi yapıları bir araya getiren bir bütünlük içinde oluşturulmuşlardır. Sultanların, beylerin, devletin ileri gelenlerinin ve halktan bazı kişilerin dinsel, sosyal ve yer yer ekonomik amaçlarla yaptırdıkları bu yapıların, ayrıca vakıf dediğimiz bir sistemle uzun yıllar yaşamaları sağlanmıştır. Merkezinde caminin yer aldığı bu külliyeler, kendi dönemlerinde dinsel istekler dışındaki işlevleri de karşılayan yapıların bir araya getirilmesiyle oluşmuşlardır.
Metin Sözen, Zeki Sönmez, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, 1982