Minyatür nedir?
Geleneksel Türk sanatlarından biri olan “minyatür”, 8. ve 9. yy’a ait olan ve Uygur merkezlerinden günümüze gelmiş olan Türk sanatı örneklerinden biridir. Nakkaşlar tarafından, kağıt, parşömen, fildişi gibi nesnelerin üzerine boya ve yaldızla süsleme şeklinde yapılır. Çok ince işlenerek ve küçük boyutlu olarak çalışılır. Ortaçağ’da Avrupa’da yazılmış olan kitaplarda baş harfler kırmızı bir renkle süslenirmiş. Bu rengi sağlayan ise “minium” isimli bir kurşun oksitmiş. Konu başlıklarını minium ile belirginleştirmeye ise “miniare” denirmiş. Minyatür ismi buradan gelmektedir. Türkler bu tarz resme “Nakış Resim” demişlerdir. Türklerin İslamiyeti kabulünden önceki devreye ait minyatürler, Uygur Prensleri ve prenseslerinden oluşurlar. Bu minyatürlerin üslupları çok zengindir.
Baskı makinesinin bulunuşuna kadar Avrupa’da çok güzel minyatürler yapıldı. Daha sonra minyatür genelde madalyonların üzerindeki portreler için kullanıldı. 17. yy’dan sonra ise genelde fildişi üzerine yapılan modeller yaygınlaştı.
İslam’da resmin yasak oluşuna rağmen, minyatür resim sayılmadığından gelişebilmiş, geleneksel bir zanaat halini alabilmiştir.
Osmanlı Devleti döneminde 18. yüzyıla kadar İran ve Selçuklu etkisi sürdü. Fatih döneminde, padişahın resmini de yapmış olan Sinan bey adlı bir nakkaş, II. Bayezid döneminde de Baba Nakkaş diye tanınan bir sanatçı yetişti. Son yıllardaki araştırmalar sayesinde, Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılmış birçok minyatürlü eser gün ışığına çıkmıştır. Bunlardan biri olan ve 1455’te Edirne’de gerçekleştirilen Dilsuznâme: Gül ve Bülbül (Oxford Bodlein Lib.) adlı edebi eser, Türkmen minyatürlerinin etkisini gösteren bir örnek.
Fatih Sultan Mehmed, İstanbul’a İtalya’dan birçok sanatçı getirtmişti. Kendisi geniş görüşlü bir insan olup, bilim ve sanata da büyük bir ilgi duymaktaydı. Bellini’ye yağlıboya portresini, Constanza da Ferrara’ya da üzerinde büstü ve atlı portresi bulunan madalyonları yaptırdı. Bu sanatçıların İstanbul sarayında yaptıkları eserlerin çoğu ortadan kalkmıştır. Ama onların öğrencileri olan Türk nakkaşlarının eserlerini tanıyoruz.
Mustafa Çelebi, Selimiyeli Reşid, Süleyman Çelebi ve Levnî 18. yüzyılın ünlü nakkaşlarıdır. Bunlardan özellikle Levnî, Türk minyatür sanatında bir dönüm noktasıdır. Levnî, geleneksel anlayışın dışına çıktı ve kendine özgü bir biçim geliştirdi.
Levni’nin en tanınmış eseri Surname’dir. Surname, yazılı ve bol resimli bir kitaptır ve bir sünnet düğünü resmedilmiştir. Yüzlerce değişik sahneyi içeren bu minyatürlerde Levni, esprili bir yaklaşımla resmetmiştir.
Levni’den sonra adı bu konuda anılmaya değer tek sanatçı Abdullah Buhari olarak kabul edilir. “Pencereden Bakan Kadın” adlı resmiyle ilginç üslubunu oturtmuştur.
Eserlerinde doğum gibi ilginç konuları resmetmiştir.
Minyatür, 19.yy başlarında giderek yerini ışıklı ve gölgeli çalışmalara bırakmıştır. Özellikle yağlı boya resimlerin duvarlara asılması yaygınlaşınca kitap resmi önemini yitirir. Ama batıda olduğu gibi ülkemizde de geleneksel bir sanat olarak varlığını sürdürmekte...
Günümüzde Minyatür?
Minyatür sanatının Türk sanatında hala yer etmiş olmasına en çok emeği geçen rahmetli Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’den bahsetmeden geçmemek lazım. 1900’lü yılların başında tıp öğrencisiyken güzel sanatlara olan ilgisi sonucu ebru, tezhip, minyatür ve hat öğrenen Ünver, cumhuriyet sonrası Osmanlıdan kalan değerli eserlerin elden çıkarıldığı, korunmasız bırakıldığı bu dönemde yok olan eserlerin resimleri ile kaydedilmesi fikrini hayata geçirdi. Ebru, hat, minyatür geleneklerinin devamı için bir atölye kurdu ve çalışmalara başladı. Resimle kaydetme fikri o kadar işe yaradı ki, örneğin depremle yıkılan Kuleli Askeri Lisesi binası bile onun suluboya resimlerine bakılarak tamir edildi.1986’da İstanbul’da vefat eden Ord. Prof. dr. Süheyl Ünver’in eserleri büyük şehir yayınlarınca yeniden basılıyor ve Dr. İsmail Kara başkanlığında yeniden düzenleniyor.
Günümüzde minyatür sanatı, rahmetli Süheyl Ünver’in bilgilerini öğrencilerine aktarmasıyla gelişme göstermiştir. Onun atölyelerinin ışığında yeni atölyeler kurulmuştur.